Yolculuk
Ellerim
boşluğa kayıyordu. Avuçlarım terliydi ve bir cinayetten
geliyordu vakit sanki,
tedirgin
ama sakin...
En
son gördüğüm düşü anımsıyorum da; ellerin bomboştu yine ama
bir şeylerin izi vardı. Ya bir şeye tutunmaya çalışmışlardı
ya da bir şekilde uzun süre sımsıkı tuttuğu nesneyi tutmaktan
vaz geçmişlerdi. Terli ve titrekti ellerin, ben onlara bakarken...
Korkuluydu
gözlerim ve yüreğim yeni kurtulmuştu sanki bir sevdadan. Ayakta
dimdik durup ellerimi seyrediyordum.
Odaya
sakin ve ılık bir esinti girdi. Vücudum ürperiyordu.
Hastalanacaktım. Ya da aklıma gelen bir şey tüylerimi diken diken
ediyordu. Bilemiyorum şimdi...
Uzun
yürüyüşlere çıkmalıydım sanki. Uzun süre bir şeyleri aramak
ve bulmak için yollara düşmeliydim. Ruhum bu anlamsız 'yalnız'ı
kaldıramıyordu. Bir yerlerden bir müzik sesi geliyordu. Gerçekten
bunu duyuyor muydum, yoksa ben mi bir şarkı mırıldanıyordum?
Uzun
süre hiçbir şey konuşmadan oturduk öylece. Beni uğurlamaya
gelmişti, yolda okumam için birkaç eski kitap getirmişti.
“Gitme.” diyemiyordu. Kalmamın anlamsız olacağına karar
vermiştik. Yüzüne bakamıyordum. Bir kere, bir kere gözüm değse
gözüne, kalırdım, biliyordum. Oysa kalmakla ona kötülük
edebilirdim, gitme vaktim, bu limandan da ayrılma vaktim gelmişti.
Kendi
kıyılarımı
özlemiştim. Bir bedevi misali içimde taşıdığım çölde böyle
bir vahaya kanamazdım. Kervana katılmalıydım, içimdeki kervana.
Ellerime ve ellerine bakıyordum. Ellerimi ve ellerini düşünüyordum.
Elleri küçük, beyaz, bakımlı ve güzeldi. Onları çok defa
tenimde hissetmiştim. Nasıl beceriyordu bilmem ama her zaman çok
güzel kokarlardı.
Ellerime
baktım. Kalem tutarken görmüştüm en son onları. Bir de bir
düşte büyürken. Sessizlik büyüyordu. Kucağımda sessizlik
büyütüyordum. Yağmur başladı. Yağmurun cama vuran tıpırtısı
sessizliği bozuyordu. Biz o tıpırtıyı dinliyor ve başka
insanları seyrediyorduk. Biraz daha iyiydi böylesi. Konuşmamız
gerekmiyordu.
Çay
içmeyi de böyle yolculuklarda öğrendim ve sevdim. Böyle
yolculukların bana sevdirdiği diğer bir şey de radyo dinlemekti.
Ne kadar yalnız olduğunu ve bıraktıklarını pek
umursamıyorsun... Yağmur dindi. Vakit geçiyordu ve gitme vakti
yaklaşıyordu. Gözlerine bakmayı deneyecektim. Sessizlik, fısıltı,
yarım yamalak kurulan, kırık dökük sözcüklerden oluşan
konuşmalara dökülmek üzereydi...
-
Bana yazarsın, ya da telefon et. Sesini duymayı seviyorum. Hem
belki sana anlatacaklarım olur.
-
Yazmayı denerim. Bilirsin telefondan pek haz etmiyorum. Çok fazla
mekanik ve duygusuz bence. Benim zaten tükenen insansı tarafımı
tekdüzeleştiriyor. İfademi zayıflatıyor.
-
Bu defa seni özlememeye çalışacağım.
-
Yapma lütfen... Gitmem senin için de iyi olacak. Bu kent fazla gri,
fazlasıyla sıkıcı artık. Gitmezsem seni de bitireceğim ve bu
sevgisizlik yapmacık tohumumuz olacak... Asla bir daha sevgi
yeşertemeyecek hale bürüneceğiz.
-
Yazık... Halbuki tam da seninle mutlu olmayı öğrenmeye
başlamıştım. Ne çok yolculuklara gittik seninle.
-
Ve ben hep yalnız döndüm o ruh yolculuklarından. Bu yüzden hep
uyurgezer buldular ya beni…
Güldü...
Gülmekle ağlamak; gitmekle kalmak ve sevgi ile nefret arasında bir
duraktaydı. Her iki yöne de gidebilirdi. Kalmayı seçecekti.
Ellerine bir daha baktım. Sımsıkı kenetlenmiş, birbirine girmiş
öylece duruyordu. Bilge bir tavırla az sonra bir öğüt verecekmiş
ya da sakinleşmemi sağlayacak gibi asabi bir dinginlik
içindeydiler.
Böyle
parmakları sımsıkı kenetlenmiş elleri daha önce de görmüştüm.
Tıp fakültesinde yazdıklarımın, yaptıklarımın ve
düşündüklerimin hesabını verirken heyet başkanının ve
üyelerin elleri de masanın üstünde böyle birleşmiş bir
haldeydi. Sonra ilk sorgulamamda beni bir masanın başına oturtmuş
konuşturmaya çalışan çıyan gözlünün de elleri de böyle
masanın
üzerinde
duruyordu ve ben onun gözlerine bakarak bu iki oyuğu daha nerede
gördüğümü hatırlamaya çalışıyordum. Doğa kanallarında ki
çıyanın gözleriydi. Bir keresinde ben de terk edilişimi aynı
duygu birliği içerisinde ellerimi masanın üstüne kenetleyerek
sakin olmaya çabalar bir şekilde dinlemiştim. Bunları ona
söylemeyi düşündüm. Söylemedim. Sustum. Trenin kalkma vakti
gelmişti.
Ayrılığın
çanı önce siren olup çaldı sonra anons olup eski garın
duvarlarında yankılandı. Az sonra bütün bu düşüncelerimden
sıyrılacak ve kendime doğru yola koyulacaktım. Arkama bakmamayı
öğretmişlerdi onca yıl içinde. Yüreğim bir gömü daha
kazanıyordu. Hiç bir planım yoktu. Yüreğim gitmek istiyordu,
kendimle olmayalı çok olmuştu. Yaşamayı, başka bir yerde var
olmayı sürdürebilir miydim? Bunu anlamak için gidiyordum. Yavaşça
ayağa kalktım, sırt çantama
eğildim.
Kitapları masanın üzerinden topladım. Gerçekten gidiyordum yani.
Gözlerine bakamıyordum. sevgiyle elimi uzattım. Bir yerlerde bir
ballad
çalıyordu Bruce
Springsteen'in
Streets
Of Philadelphia'sı
olabilirdi. Elini sıktım ve bıraktım. Sanki normal bir seyahate
gidiyordum. Oysa bir daha bu şehre ve bana hatırlattıklarına
uğramayacaktım. Öpüşmedik. öpmezdim. Öpersem kalırdım ve
sırtımdan vururlardı beni.
Bıraktığımda
ellerini, ellerim bir boşluğa doğru kayıyordu.
Avuçlarım
terliydi ve bir cinayetten geliyordu vakit sanki, tedirgin ama sakin…
Yusuf
‘Eric Draven’ Pişkin