sayın z'ye..
ruhumun düğmelerini ilikleyemiyorum.
yalnızca içimde varolup, dışarı taşmak
için fırsat kollayan, bir fırsatı bulunup kelimelerle tanımlandığı zaman ise
alakasız cümlelerin yan yana dizilmesinden başka bir anlam ifade etmeyen bir
şeyler var. eksiklik desen değil, fazlalık desen hiç değil. başka türlü. başka
türlü bir şey. sanki herkes çiçek açarken ben tomurcuk kalmışım. sanki bir
toplantıya herkesin zamanından erken gideceği tutmuş da, ben daha varamadan
başlayıp bitirmişler.. bunların konumuzla alakası yok elbette, dedim ya, bu
hisleri tanımlama çabasına girdiğimde saçmalamaktan öteye gidemiyorum. tam
olarak hissedip hissetmediğimden bile emin değilim aslına bakarsanız. bazen bir
tüy kadar hafifken, bazen de sanki bütün dünyayı sırtlayıp şınav çekiyormuşum
hissi yaratıyor.
insanoğlu anlaşılmaya muhtaç. sevmekten, sevilmekten çok anlaşılmaya ihtiyacı
var. ömrümüzü bunun farkında olmadan geçiriyor olsak da, arayışlarımızın çoğu
bu sebepten. yeni tanışmaların, hevesli memnun oluşların, kaçamak bakışların,
çapkın gülüşlerin, korkma ben varım'ların asıl sebebi bu. çünkü anlaşılmaya
ihtiyaç duyuyoruz. çünkü kabul görmeye ihtiyacımız var. biri ya da birileri
tarafından. bunun için de hitap edeceğimiz kitleyle asgari bir yakınlık
kurmamız gerekiyor. bıktık yanlış anlaşılmalardan. doğru duyguları yanlış
cümlelerle ifade etmekten yorulduk. eğreti gülüşlerden, yapay samimiyetlerden,
platonik aşklardan. bu durumun itirazı için mutlaka bir yerlere
başvurmalıyız. ifade özgürlüğünün olduğu bir ülkede yaşıyoruz neticede.
bu satırları, aşka inancını yitirmiş biri olarak yazıyorum. bana göre, iki
insanın birbirini aynı oranda sevmesi pek mümkün bir şey değil. bu işler terazi
misali, hep bir kefe daha ağır basıyor, daha çok seviyor ve de yalnızca o taraf
yaşıyor aşkı. diğer taraf tahammül ediyor sadece. belki memnuniyetle belki
zorunluluktan. bilemiyoruz. etrafımız iyi yalan söyleyebilen insanlarla dolu.
çoğu zaman, doğrusunu bildiğimiz yalanlara inanıyoruz göz göre göre. böylesi
mutlu ediyor çünkü. biz yirmibirinci yüzyıl insanları olarak, gerçekler
başımızın belası. özellikle de günümüzde, ilişkilerin artık tamamiyle strateji
savaşına döndüğü bir dönemde, bu düşüncelerimi buralara yazmakta bir sakınca
göremiyorum. şimdiye kadar yazmakta sakınca gördüğüm herhangi bir şey olmadı
gerçi, canım ne istiyorsa oturdum onu yazdım. bazılarını sizinle paylaşmadım
sadece, uyguladığım sansür bu oldu.
mesela, aranızda mutlaka bilenleriniz vardır. geçen nisandan beri, henüz var
olmayan, daha önce tanışmadığım ama bir gün mutlaka karşılaşacağıma inandığım
birine, günlük tarzında notlar düşüyorum. bu not kumbarasının giriş
tabelasında, ''sayın z'ye mektuplar'' yazıyor. -neden sayın z diye soracak
olursanız, z işte, alfabenin son harfi. bu doğrultuda bir yol izleyerek başlığa
dilediğiniz derinlikte anlam yükleyebilirsiniz. içinizde, kesin biri var ya, onun
adının baş harfi de z, falan diye düşünenleriniz olacak. yok lan vallahi, keşke
biri olsa da böyle saçma göndermelerle falan etkilemeye çalışsam. ama nerde.-
içinde bulunduğum güne dair ne hissediyorsam ne yaşadıysam ya da ne
yaşayamadıysam onları aktarıyorum, bir gün okuyacağını düşünerek. ümit ederek
demek istemiyorum, çünkü ümit etmek bana pek yaramıyor. zaman zaman kendimi
ikna ederek bir şekilde emin olmaya çalışıyorum. bazen aylarca yazmadığım
oluyor, bazen bir günde onlarca sayfa yazıyorum. an geliyor, gülüşünü
anlatıyorum sayfalar dolusu. insanın şahit olmadığı bir gülüşü tarif etmesi
biraz zor oluyor tabi. olsun, biz tanrıyı da görmeden sevmedik mi? hem zaten,
sanki nasıl güldüğünü değil de, nasıl gülmesi gerektiğini yazıyormuşum gibime
geliyor. yine çakallık peşindeyim.
bazen abartıyorum. trip attığım bile oluyor hatta. gülmeyin, ciddi söylüyorum.
bir gün gelirse ve ben onun sayın z' olduğuna emin olursam, o güne kadar
yazdıklarımı bir kitap haline getirip ona hediye edeceğim.- adında z harfi
olmasına gerek yok. böyle bir kota koyarak şansımı azaltmak istemiyorum. benim
geniş kitlelere hitap etmem lazım arkadaşlar, bu yazıyı elden ele ulaştıralım
lütfen.- bunu beceremeden ölürsem de, birileri bu saçmalıkları illa ki bir
yayınevine gönderir bir gün.
bakınız; bir kafka değildik belki ama biz de çok okunmayacak mektuplar yazdık
be.
üstelik mavi tık olmayacağını bile bile mesaj göndermek gibi bir şeydi bu..
''bazen bir şeyi ararken daha önce arayıp da bulamadığım başka bir şeyi
buluyorum. o zaman daha iyi anlıyorum ki; doğru şeyi bulmaktan çok, doğru
zamanda karşılaşmak önemli..
konuyu illa ki aşka bağlamak gerekirse, bu aşkta da böyle...''